Himalaya




Kim derki tepelerde yaşanamaz!? İmkansızdır oralarda barınmak? Ne yemek olur orada ne de içmek? Kim gülebilir soğuktan titrerken çenesi? Kim içebilir buz gibi suyu? Nasıl koşulabilir karda ve buzda? Ve nedendir karlı tepelerdeki sonsuz yalnızlık? Kim derki tepelerde yaşanamaz, hele böylesi yükseğinde? İşte tüm bu soruları sizin yerinize sordum çok önceleri…
Cevaplar buldum ve yanlıştılar. Çünkü bilinmezle ilgili soruyordum soruları. Ayak bile basmamıştım henüz tepeye giden patikaya. Bilmiyordum patikanın ardındakileri, öngöremiyordum, kime sorduysam cevap alamadım. Habersizdi birçoğu, hem yoldan, hem tepelerden. Tek korkum olanla; “korkuyla” savaşmaya karar verdim ve girdim yola. Beni görenler hayret ve acımayla baktılar önceleri. Korkularıydı onları şaşırtan ve acımalarını sağlayan bana. Birkaçı cesaret bile edebildi yanıma sokulmaya ve hatta birkaçı yoldaş olmayı teklif etti. İlk adımlarımla, adım attılar. Birçoğu hep bir adım geriden geldi ama takip ettiler bir süre… Ve hava soğumaya başladıkça yavaşladılar, artık arkalarına bakar oldular. Vazgeçtiler, soğuktan korkup, soğuğa gitmekten, yüksek, ıssız, yalçın ve yalnız tepelere gitmekten. Üstelik geri dönerken haykırarak:
“Dolandırıcı! Hilebaz! Sahtekar! Bizi kandırdın, bizi yanına çağırdın! Bak biz soğuktan hasta olduk, henüz varmamışken yolun yarısının yarısına! Yaşanamaz yükseklerde! İmkansız oralarda barınmak! Ne yiyecek bulabiliriz orada ne içecek! Gülemeyiz o kadar soğukta! Gülmeyi unuturuz! Burada sular bile, kaçmak için donamayacak kadar soğuk, ve titriyor! Biz nasıl içelim o suları! Nasıl yürürüz bu çıplak ayaklarımızla karda ve buzda ve nasıl koşabiliriz senin hızında! Nefes alamayız biz böylesi yüksekte! Bizi kandırdın ve ölümüne eşlik etmemiz için yanında istedin! Dolandırıcı! Hilebaz! Sahtekar! Git! Git ve öl!”
Oysa ben çağırmamıştım onları yolumda yoldaş olmaya. Kendileri istediler gelmeyi, gör(e)meden ötesini! Korkularına korku katıp, koşa koşa kaçtılar yolun gerisine ve geçmişe! Yazık olsun korkularından korkup, geçmişe sığınanlara! Bir kez bakmadım arkama, çünkü biliyordum döndükleri yeri ve ne bulacaklarını aşağıda… Dönemezdim geriye, çünkü geçmişi değil geleceği özlemiştim ben. Ölmek isteyene kim dur diyebilir ki?
Yolda da insanlara rastladım. Şaşırdılar beni görünce. Nereye dediler! Nereden diye sordular! Aldıkları cevaplardan tatmin olmadılar. Çünkü ne tepeleri biliyorlardı, ne sıcak ve çorak çöllerin ülkelerini… Patikada açmışlardı gözlerini, yine patikada kapatmak üzere… Yazık olsun yolun ortasında durup bekleyenlere! Onlardır ki yalnızca engel olurlar yoldan geçmek isteyenlere. Kal burada derler; “ilerlemeye çalışma; başlangıcı olmayan bu yol çıkmaz! Görmüyor musun, duvarlar örülü onlarca metre yükseklikle, dört bir yana! Aşamazsın duvarları! Gitme!” Yazık olsun kendi gözlerine perde çekenlere! Kendi yollarına duvarlar örenlere! Yılanlara! Yenilen ve yenilgiyi kabul edenlere!
Yılmadım ve devam ettim yoluma! Olmayan duvarlarından(!) rahatça geçtiğimi gördüklerinde, hayretle ve korkuyla bağırdılar; “Hayalet! Şeytanın ta kendisi! Neden gelmiş buralara! Gördünüz değil mi, çıplaktı ve üşümüyordu! Ne maskesi vardı, ne eldiveni, ne bir başka giysisi! Artık burası güvenli değil! Ölüm bizi sarmak üzere! Gördünüz değil mi? Hayalet! Şeytanın ta kendisi!”
Neden sonra bir kısmı sevdi(!) beni patikada yaşayanların; korkularından bana sığınmak için! Yazık olsun korkup, korkularına sığınanlara! Ben savaşmayı severim! Korkutanla savaşmayı, ölüm pahasına! Yazık olsun böylesi savaştan korkanlara! Adımlarımı hızlandırdım, ki yetişemesin ve sığınamasınlar bana!
Yalnız kaldıkça büyüdüm, büyüdükçe uzadı adımlarım! Yolda geçen her gün, bir önceki gün yürüdüğümden daha fazla yol alır oldum, koşarcasına, tezatla; daha az yorularak zamanla!
Yol çok zor olurdu, eğer, geceleri sarı/siyah bulutların arasında, buldukları en küçük açıklığı fırsat bilip, usulca bana gülümseyen mavi/yeşil yıldızlarım olmasa!

07-06-2004 Pazartesi (04:44)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kaos